Eskişehir Efsaneleri

Eskişehir’deki efsanelerin konusu ağırlıklı olarak dinidir. Özellikle dini kişiliklerle ilgili anlatılar sıkça anlatılır ya da yazılır.

Eskişehir Efsaneleri
Paylaş

Bu Yazıyı Paylaş

veya linki kopyala

Eskişehir’deki efsanelerin konusu ağırlıklı olarak dinidir. Özellikle dini kişiliklerle ilgili anlatılar sıkça anlatılır ya da yazılır.

Bu efsanelerden en bilindik olanları, ünleri, etrafında gelişen inanç ve uygulamaların etkin olduğu alanın genişliği açısından “genel veliler” olarak nitelendirilebilecek olan ermişler ve gazilerle ilgilidir. Bu efsaneler, genellikle söz konusu dini kişiliklerin yaşadıkları dönemleri konu ederler.

Battal Gâzi Türbesi ve Kesik Başlar

Adına Seyitgâzi ilçesinde bir külliye bulunan Seyyid Battal Gâzi, muhtemelen 8. yüzyılda yaşamış bir Arap Ordusunun komutanıdır. Ama Eskişehir’de, Alevi-Bektaşi kültürü içinde bir Türk – Müslüman savaşçı olarak yaşar. Arapça’dan çevrilmiş bir destanı varsa da, halk arasında efsaneleri anlatılmaktadır…

İstanbul kuşatmasına da katıldığı söylenilen bu savaşçının çok güçlü ve uzun boylu olduğuna inanılmaktadır. Öyle ki mezarı tam 5,5 metre uzunluğundadır.

Mezarının hemen yanında, Kral Kızı olarak bilinen, Elenora adlı bir Hristiyan kadına ait başka bir mezar bulunmaktadır:

Elenora’nın, Battal Gâzi’nin sevgilisi ya da eşi olduğu kabul edilir. Hatta Battal Gâzi ’nin onun elinden atılan bir çakıl taşıyla öldüğü söylenir. Yaklaşan Hristiyan ordularım haber vermek isteyen Elenora, uyumakta olan Battal Gâzi ‘ye bir çakıl taşı atar ama sevgilinin elinden çıkan bu taş onun sonu olur.

Kesik Başlar

Seyit Battal Gâzi türbesi içinde üç kesik başlı savaşçıya ait olduğu söylenen mezar da bulunmaktadır…

Söylentiye göre; “Sadece yuvarlanarak hareket eden ve konuşabilen, genç erkeklere ait bu başlar, yine de düşmana karşı mücadele etmişler, katıldıkları gâzadan sonra can vermişlerdir.”

Seyyid Battal Gâzi Hakkında Söylenenler / Bilinenler

Emeviler döneminde Anadolu’da Bizans’a karşı yapılan savaşlarda ün kazanmış, Müslümanlar ve özellikle Alevi-Bektaşi Türkler arasında büyük bir Gazi-Veli kimliğiyle yüceltilip, destan kahramanı yapılmış “Müslüman Emir” olarak adlandırılabilecek Battal Gazi’nin tarihi kimliğiyle, söylencelere dayanan edebi ve efsanevi kimliği İlmi çalışmalarda da birbirine karışmıştır. Anadolu’da gerçek tarihi kişiliğine oranla efsanevi kimliği daha geniş bir etkiye sahip olan Battal Gazi, Endülüs’den Orta Asya’ya kadar bütün İslam dünyasının ortak malı haline gelmiştir. Türkler Anadolu’ya geldikleri zaman onun kahramanlık menkıbeleriyle karşılaşmışlar ve kendisine büyük hayranlık duymuşlar, bu sebeple onun menkıbelerini yeni bir yorumla ele almışlardır.

Bu suretle Anadoluyu fethetmiş bir Türk kahramanına dönüşen Battal Gazi’ye muhtemelen 13. yüzyıl ya da 14. yüzyılda bir de “Seyyidlik” payesi uygun görülerek Peygamber soyuna bağlanmıştır. Böylece daha 13. yüzyılda gerek halk gerekse Bizans sınırındaki gaziler arasında bir “Gazi-Evliya” olarak takdis edilmeye başlanan Seyyid Battal Gazi’nin aynı dönemde başta Kalenderiler olmak üzere Alevi-Bektaşiler arasında da yaygın bir külte konu teşkil ettiği görülmektedir.

Rivayetler ve menkıbeler dışında Battal Gazi hakkında elimizde çok az bilgi bulunmaktadır. Hemen hemen bütün kaynaklarda temel alman tema Battal Gâzi’nin savaşları ve kahramanlıklarıdır. Nitekim tüm kaynaklarda “Battal” kelimesinin asıl adı değil kahramanlığını gösteren lakabı olduğu belirtilmektedir.

Aynca, Seyid Battal Gâzi efsanesinin geniş ölçüde ün kazanması, Anadolu’nun çeşitli bölgelerinde büyük izler bırakmıştır. İstanbul, Maltepe’de Seyyid Gâzi Kayası, Erdek’te kalesi, Kapadokya Karaeadağ’da bir Cami, Caesarea (Hacı Halife- Hacı Kalfa) adına bir vakıf bulunmaktadır. Kırşehir’de ise ikinci bir türbe görülmektedir. Üçüncüsü de Çorum yakınlarındaki Ali Dağındadır. Battal Gâzi’nin nereli olduğu hakkında da değişik görüşler mevcuttur. Battal Gazi, kimi yerde Şamlı, kimi yerde Antakyalı ya da Malatyalı, kimi yerde bir Türk, kimi yerde de bir Arap olarak gösterilmektedir;

Zirkili’de Battal Gâzi’nin Benî Ümeyye zamanında Şamlı bir emir olduğu belirtilir. İbnü’l-Esir’de Battal Gâzi’nin yaşadığı dönem olarak gösterilen, VII. yüzyıl tarihlemesinden (Emevi Dönemi) farklı olarak birçok kaynakta ve araştırmada VIII. yüzyıl sonu ile IX. yüzyılda Abbasi döneminde. Halife Harun-reşid zamanında (786- 809) Malatya civarında yaşadığı görüşü de sıkça kullanılmıştır. Aynca bazı kaynaklarda Battal Gazi’nin Malatyada doğmuş olduğu belirtilir. Bunların yanında Battal Gâzi’nin künyesi verilirken “Ebu Muhammed Cafer b.Hüseyn b.Rebi’ b.Abbas Malatyavî ve Haşimî” olarak gösterilir. Buradaki Malatyavî ismi Battal’ın Malatyalı olduğu iddiasını kuvvetlendirmesi açısından da önemlidir.

Evliya Çelebi, Battal Gâzi’nin Harunurreşid tarafından elçilikle görevlendirildiğini, ayrıca Antakyanın kuşatılması ve fethinde rol aldığını ve Harunurreşid’in İstanbul kuşatmasına da katıldığı ve kuşatmadan sonra Üsküdar yakasında kaldığını ve Anadolu yakasında çeşitli muharebelerde bulunduğunu belirtmektedir. Bu durum bize, Battal Gâzi kimliğinin efsaneleşerek, yaşadığı dönemden sonraki yüzyıllarda ve olaylarda da gücünü koruduğunu göstermektedir. Ahmed Rifat, Battal Gâzi’nin Antakyalı bir Arap emiri olduğunu söyler. Tarih-i Dımaşk’da, Battal Gâzi’nin Antakya’da oturduğu ve Hakemoğlu Mervanoğlu Abdülmelik tarafından Şam ve Cezire ehlinin reisliğiyle görevlendirildiği bildirilir. Samuel ben David Yemşel, seyahatnamesinde “Müslümanlar, Battal’ın Rumeli’yi fethettiğini ve aslen Osmancıklı olduğunu söylemektedirler.” demektedir.

Bunların yanında, Ahmet Yaşar Ocak ve Abdülbaki Gölpmarlı Saltuknâmede, Battal Gâzi ile Sarı Saltuk arasında bir ilişki kurulduğunu kaydederek, Sarı Saltuk da tıpkı Melik Dânişmend Gâzi gibi Hz. Ali soyundan ve Seyyid Battal Gâzi’nin torunlarından Seyyid Hasan’m oğlu olarak gösterildiğini belirterek bir anlamda bu ve benzeri neseb sahiplenmelerinin temelinde menkıbevî halk kültürünün büyük etkisini vurgulamaktadır.

Battal Gâzi’nin yaşadığı dönemi ve hayatı hakkındaki bilgileri, genellikle onun bulunduğu Rum seferlerine ve savaşlarına ait verilen haberlerden öğrenmekteyiz. Taberî ve diğer birçok kaynağın da gösterdiği gibi Battal Gâzi’yi VIII. yüzyılda Emevîler devrinde yaşamış kabul etmek gerçeğe daha yakın görünmektedir. Battal Gâzi’nin bilhassa 717 – 740 yılları dolaylarında, Emevîler’in Bizans’a karşı yürüttükleri mücadelelerde rol aldığını ve hem Müslüman hem de Hristiyan kaynaklara yansıyan efsanevî şöhretini bu sırada kazandığını kabul etmek doğru olacaktır.

Menkıbevî bilgilerle karışmasına rağmen tarihî kaynaklar Battal Gâzi’nin öldüğü zamanı ve yeri tesbit ediyorlar. Ölümü ile ilgili rivayetlerin en gerçeğe yakını. Battal Gâzi’nin, bugün Eskişehir’in Güneybatısında yer alan Seyitgâzi kasabasının bulunduğu antik Akroinon mevkiindeki bir muharebe sırasında şehid olduğudur. Birçok kaynak, onun ölüm tarihini 113 (731), 122 (740) ve 123 (741) olarak zikretmektedir. Buna göre Battal Gâzi’nin M.730’lu veya 740’lı yıllarda Akroinon mevkiinde şehid düştüğü kabul edilebilir.

Battal Gâzi’nin menkıbevî kişiliği Anadolu Türkleri arasında da kendisini kuvvetle ortaya çıkarmaktadır. Türkler bu savaşçıyı gerçek kimliğinden çıkarıp klâsik bir Türk Alp’i şeklinde düşünmüşler ve Battainâme’yi muhtemelen XI. yüzyılın sonlarıyla XIII. yüzyılın başları arasındaki dönem içinde bu anlayışa göre yeni bir yorumla oluşturmuşlardır. Destanın Türkçeye adapte edilmiş şeklinde Dânişmend ailesi Battal Gâzi’ye kadar gitmektedir. Türkler, Danişmend’i kendi geleneklerine bağlamışlar ve Battal Gâzi’nin doğum yeri Malatya’nın onun doğum yeri olduğunu öne sürmüşlerdir.

Battal Gâzi’nin Türkler arasmda bu kadar çok sevilip bir “Gâzi-Velî (Alp Eren) kimliğiyle yüceltilmesinde ve ululanmasında, şehit olduğu yerde eski bir Bizans dini yerleşimi üzerinde bulunduğu var sayılan mezarının, I. Alâeddin Keykubad’ın (1220-1237) annesi tarafından bir rüya sonucu keşf edildiğini nakleden menkıbenin önemli bir katkısı olsa gerek.

Menkıbelerin ve edebî ürünlerden Battainâmenin etkileri o denli büyük olmuştur ki. Battal Gâzi daha Selçuklular döneminden itibaren Anadolu’da özellikle Sünni İslam inanışı dışındaki Türkler (önce Kalenderiler, sonra Aleviler ve Bektaşîler) tarafından çok benimsenip yüceltilmiştir. Burada dikkatlerden kaçmaması gereken olgu; gerçekte Hz. Ali ve soyuna hiç de iyi gözle bakmayan bir hânedana, Emevîler’e mensup bir kişiliğin, bu niteliğinin unutularak en ön safta gelen bir evliya mertebesine çıkarılmış olmasıdır. Böylece, Emevî komutanı Battal Gâzi, heterodoks Türk zümreleri arasında yerini Hz. Ali soyundan gelen Seyyid Battal Gâzi’ye bırakmıştır.

Böylece daha XIII. yüzyılda gerek halk, gerekse Bizans sınırındaki Gâziler arasında bir Gâzi-Evliya olarak takdis edilmeye başlanan Seyyid Battal Gâzi’nin aynı devirde başta Kalenderîler olmak üzere çeşitli Sünnilik dışı topluluklar arasında yaygın bir külte konu teşkil ettiği görülür. Ancak bu önemli olayın nasıl ve hangi bağlantılarla meydana geldiği, Anadolu Kalenderîlerinin ne gibi sebepler yüzünden onu “Pîr-i Abdâlân” kabul ettikleri henüz tam olarak bilinememektedir. XVI. yüzyılda Seyid Battal Gâzi adının, Türk ordusunun itici gücünü oluşturduğunu görüyoruz. Sünnî halk şairleri tarafından da XV. yüzyıldan beri hem Gâzilik ve kahramanlık, hem de evliyalık yönleri vurgulanarak yüceltilmiştir.

Seyyid Battal Kültü

İslâmî dönem Türk edebiyatının en ilgi çekici ve gelişmiş örneklerinden birini destâni romanlar teşkil etmektedir. Battalnâme yazıya geçirildiği dönemden itibaren halk arasında çok okunmakta olup yaşadığı yüzyıllar boyunca birçok ilâveler gördüğü açıktır. Aynca eserdeki kültürel ürünlerin yüzyıllara ve coğrafyalara göre de değişiklikler gösterdiği açıktır.

Bunlardan biri Battal Gâzi’nin Hızır İlyas ile olan menkıbeleridir. Hızır bu destani romanlarda kahramanların yardımcısı, yol göstericisidir. Başları sıkıştığında veya ölümle burun buruna geldiklerinde Hızır ortaya çıkar ve kendilerini kurtarır. Kahramanâme, dini bir içeriğe sahip olan Battal Gâzi Menkıbesi, Selçukluların ilk zamanından beri, manzum ve mensur birçok Battalnameler oluşmasına sebep olmuştur. Kimin tarafından ve her ne amaçla yazılmış olursa olsun, o dönem Türklerinin ortak duygularını yansıtan bu eser halk arasında büyük bir ün kazanmış, hatta Doğu Türkistan’a kadar yayılmıştır.

Savaşa Katılan Yatır

Eskişehir kent merkezinde Şihabüddin-i Sühreverdi türbesi bulunmaktadır. Türbedeki bir evraktan Sühreverdi’nin, Abdülkadir-i Geylani’nin yanında eğitim gördüğü, Şafi fıkıh alimi ve evliyası olduğu, 13. yüzyılda Bağdat’ta vefat ettiği öğrenilmektedir. Artık hayatta olmayan türbenin bakıcısı yaşlı bir kadın, bir Kıbrıs Gazisine şunu anlatmıştır:

Kıbrıs harekâtı boyunca her sabah türbenin etrafında kan damlaları olurdu. Kadın bunları her gün sildiği halde, ertesi gün yeniden kan damlaları olduğunu görürmüş. Kadın bu durumu, “türbenin ” her gece Kıbrıs ’taki harbe katıldığına ve yaralandığına yormaktaymış…

Yerini Bulduran Yatır

Resmi tarih söylemese de işte bir okulun efsanesi şöyledir:

Eskişehir Muttalip yolu üzerinde bulunan Necatibey İlköğretim okulunun altı, eski bir mezarlıkmış! Okul inşaatı tamamlanmak üzereyken inşaattaki bir merdiven bir türlü yapılamamış, işçiler yaptıkça merdiven yıkılıyormuş. Merdivenin yapıldığı alanın altı kazılınca oradan bir yatır çıkmış. Bunu dışarı almalarından sonra merdiven yapılabilmiş.

Abdest Alan Yatır

Eskişehir’de bazı eski evlerin bahçesinde yatır vardır. Ev sahipleri bu yatırlara zarar vermemek için her şeyi yaparlar. Hiç kirli tutmazlar. Yatırların yanma devamlı takunya, abdest için su ve havlu konur. Cuma günleri. Cuma namazı sâlası vaktinde, takunya ve havlunun ıslandığı, abdest suyunun bittiği görülürmüş. Kişiler, yatırın Cuma namazı için abdest aldığına inanmaktadırlar.

Eskişehir Merkez / Uludere köyde Âşık Mustafa adlı bir adam yaşarmış. Köydeki erkeklerin toplanıp sohbet ettiği köy odasında oturdukları bir gün, Aşık Mustafa odada oturan erkeklerle iddialaşmış: “Zemheride dalıyla birlikte kiraz getiririm ”demiş. Bir gün ya da bir saat sonra, tam olarak bilinmemektedir, kirazı yeşil dalıyla birlikte getirmiş. Bu durum onun dervişliğinin kanıtı olarak kabul edilmiş.

Eskişehir efsanelerine en sık konu edilen olağanüstü varlık, cindir. Eskişehir’in eski semtleri Bademlik ve Odunpazarı ile kent merkezindeki hamamlarda kendileriyle rastlanıldığı sıkça anlatılır.

Hamama Dadanan Cinler

Bir adam, büyük bir ihtimalle Kadir Gecesinde, daha güneş ışımadan hamama yıkanmaya gider. Hamam kalabalıkmış. Birçok kişi yıkanıyormuş ama hepsinin ayağı tersmiş. O da dışarı çıkıp biletçiye, neden adamların ayakları ters, diye sormuş. Biletçi de kendi ayaklarını göstererek “Böyle mi?” demiş. Bunun üzerine adam oradan kaçmış, evine gelmiş. Başından geçenleri anlatmış. Birkaç gün sonra da adam bir şekilde ölmüş.

Ama cinler sadece erkekler hamamında gezmemektedir:

Ramazan ayında Şeytanlar bağlı olur derler ama Ramazan değilmiş. Hamama giden bir kadın yıkanmış. Kafasını sabunlamış, suyu döktüğü zaman karşısında, bir bakmış simsiyah bir boğa. “Allah Allah! Bana mı öyle görünüyor?” O sırada hamamda yalnızmış. Yine başına suyu dökmüş, bakmış hâlâ orada; yan yatar vaziyette, göbek taşının üstünde yatıyor. “Bir iki kere daha bakayım” demiş, gerçekten de oradaymış. Kadın çıldırmış. Hastaneye götürmüşler. Hamamı bir süre kapatmışlar. Sonradan kimsenin tek girmesine de izin vermemişler.

Efsaneler, sürekli üretilen anlatılardır. Bu yüzden Eskişehir kentiyle ilgili oldukça güncel efsaneler de bulunmaktadır. Bunun için gençlere ve kent sokaklarında gezenlere kulak vermek yeterlidir.

Kanlı Kavak Parkı

Kanlı kavak parkına adını veren, kavuşamayan sevgililerin buradaki bir kavağa kendilerini asarak ölmeleriymiş. Ama bu açıklamayı kabul etmeyenler de var:

Bu parktan geçen Porsuk çayı içinde bir canavar yaşıyormuş ve yaklaşan çocukları kapıp yediği için parka bu ad verilmiş. Kim bilir?

KIRK KIZ DAĞI EFSANESİ

Türkmen mecidiye köyü yakınında, Doğan çayır beldesinin yanında bir Kırkkız Dağı vardır. Kırk kız orada halı dokurken Yunan askerleri gelmiş. Kızlar Allah’a dua etmeye başlamış. ‘‘Allah’ım bu adamlar bize kötülük yapacak, ya bizi taş yap ya kuş yap.” diyorlar. Allah tarafından da onlar kuş olmuş uçmuş. (Faruk Öğülmüş, Mahmudiye, Türkmenmecidiye köyü)

Piri Köstebek Olan Meslek

Eskişehir’in o sarı, sıcak toprağı ve insanı kavuran günlerinden birinde, genç bir adam işini erkenden bitirip, Eskişehir Pazarından çıkıp, köyüne doğru yola koyulur. Güneş tam tepeye gelip, güneşliğini belli ettiği zaman yürümek gittikçe güçleşir.. Bunun üzerine adam, kıraç bozkırın orta yerinde buluverdiği ahlat ağacının gölgesine sığınır. Niyeti hem biraz dinlenmek hem de çıkınına koyduğu peyniri ekmeğe katık ederek bir iki lokmayla açlığını bastırmaktır. Yemek sonrası bir ağırlık çöker. İçi geçiverir. O sırada kulağına bir ses gelir.. Biraz ilerisinde cam gözlü, fırça tüylü bir köstebeğin beyaz bir taş ile oynadığını görür. Bir an genç adam ve köstebek göz göze gelirler. Köstebek ürker oynadığı beyaz taşı bırakarak deliğine kaçar.

Genç taşı eline alır. Toprak altının serinliğini duyar ellerinde. Yazın o deli sıcağında o yuvarlak beyaz taş serinletivermiştir genç adamı. Taşla biraz oynar. Onu koklar. Baharın ilk günlerinde sürülmüş tarla gibi kokmaktadır. Ahlat ağacının yaşlı gövdesine sırtını dayar. Cebinden çakısını çıkartır ve bu beyaz, serin taşı yontmaya başlar. Bir iki çakı darbesinden sonra dile gelir beyaz taş. İnler ve konuşmaya başlar: “Ey insanoğlu, ey koca Tanrıdan sonra yeryüzünün en becerikli varlığı…

Ne istedin benden? Niye batırdın o sivri bıçağı böğrüme? ”

Genç adam korkar taşı bırakıverir elinden. Taş o anda dünya güzeli bir genç kıza dönüşüverir. Bembeyaz, kadife gibi teni olan genç bir kız… Genç adam iyice korkar, şaşırır. Eli ayağı birbirine dolaşır. Dili söylemez olur. Konuşabilseydi eğer, kuşkusuz af dilerdi o genç ve güzel kızdan! Şaşkınlığı arasında güzel kız tekrar taşa dönüşür ve oradaki köstebek deliklerinden birine akıp gider.

Bir süre sonra genç adam kendine gelir. Vurulmuştur o güzel kıza. Köstebek deliğine ellerini sokar. Başlar kazmaya. Umudu o taşı veya genç kızı yeniden bulabilmektir. Genç adam durmaksızın kazar. Gökyüzü yedi kattır derler. Yerin altı da yedi kattır söylenenlere göre. Genç adam elleriyle kazarak yerin yedi kat altına ulaşır. Gücü tükenmiştir ve açtır. O vuruluverdiği genç kızı hayal ederken ruhu bedeninden ayrılır ve göğün yedi kat üstüne ulaşır.

Köylüler haber alamadıkları genci aramaya çıkarlar. Sonunda derin bir çukurun içinde cansız bedenini bulurlar. Avucunda yuvarlak, küçük, serin bir taş vardır. Köylülerin hepsi anlar neler olduğunu. Dedelerinin dedelerinden beri böylesi öyküler süregelmektedir.

Gencin kazdığı kuyudan boy boy ak taşlar çıkar. Köylüler alır o taşları bir güzel çamurundan arındırır. O güne dek görülmedik güzellerin suretlerini, adı sanı duyulmadık çiçekleri bu taşların üstüne özenle işlerler.

Ve o ak taşı derin kuyulardan çıkartanlar, becerikli elleriyle o taşlan işleyenler, alanlar, satanlar, kısacası taştan ekmek yiyen herkes, lületaşını yerin yedi kat altından çıkartıp getiren köstebeği pirleri olarak bellerler. Köstebeğe saygı duyarlar. Köstebeğin yuvasını ellemezler. Zaten uzaktan bakıldığı zaman, lületaşı ocakları da köstebek yuvasına benzer.

Kaynak: 81 İLDE KÜLTÜR ve ŞEHİR
ESKİŞEHİR VALİLİĞİ YAY. – 2014

0
be_en
Beğen
0
alk_
Alkış
0
mutlu
Mutlu
0
k_zg_n
Kızgın
1
_a_rm_
Şaşırmış
0
_zg_n
Üzgün

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir