Hatay Efsaneleri

Hatay iline ait efsaneler: Lokman Hekim Efsanesi, Hıdır İlyas Efsanesi, Şehrin Kuruluşuna Dair Efsane.

Hatay Efsaneleri
Paylaş

Bu Yazıyı Paylaş

veya linki kopyala

Hatay iline ait efsaneler: Lokman Hekim Efsanesi, Hıdır İlyas Efsanesi, Şehrin Kuruluşuna Dair Efsane.

Lokman Hekim Efsanesi

Tüm bitkilerin dilinden anlayan Lokman hekimde her derde deva bir ilaçları anlatan bir kitap vardır. “Hikmet-ül Lokman” adlı bu kitap la Davut Peygamber hastaları iyileştirmiştir. Kitap Danyal Peygamber eliyle Babil’e geçmiş Orada Aristoteles onu Grekçe’ye çevirmiştir. Harun Reşit döneminde ise Arapça çevirisi yapılmış o günden sonra ise halk hekimlerinin elinde bir başvuru kaynağı olmuştur. Günümüze değin süren bu kaynak günümüzde aslı gibi değildir.

Efsaneye göre Lokman Hekim iyice yaşlanmıştır. Günün birinde ölüme çare olacak otu bulmak için bir kayığa biner. Kitabı dayanındadır. Asi ırmağı üzerinde ağır ağır giderken bir adam belirir ve seslenir:

-Lokman bu yaşta tek başına nereye?
-Ölüme çare bulmaya
-Ölüme çare varmıdır?
-Yoktur belki ama aramakta mı yoktur?
-Bak hele şu kitaba ne kadar ömrün kaldı?
-yoksa sen azrailimsin?

Birden kayık devrilir ve Lokman boğulur. Kitap da suya düşer. Dalgalar ancak küçük bir bölümünü kıyıya ulaştırır. Diğerleri yiter kaybolur yıl Lokman’ın düştüğü asi ırmağı taşar ve ülkede görülmemiş bir bolluk olur. Irmağa yaşam suyu anlamına gelen asi adı verilir. Yörede o kitaptan arda kalanların günümüze ilham kaynağı olduğu söylenir.

Hıdır İlyas Efsanesi

Binlerce yıl önce Samandağ’ın Hıdır Köyü’nde bir “Hayak Suyu” vardır. Bu suyu bir ejderha bekler. Her yıl bir kız kurban edilirse sudan bir yudum verilir. Kurban edilme sırası Kral kızına gelince elleri bağlanıp ejderhanın önüne atılır. Tam ejderha onu yutarken bir çoban yetişip mızrağını saplar acıdan kıvranan ejderha bir daha vurup öldürmesi için yalvarır sa da çoban vurmaz. Ejderhada yerleri korkunç pençeleriyle yararak kaçar. Gide gide Lübnan’da ki sert kayalara çarpar bir Nehir suyu olur ve akarak gelip Hatay’a ulaşır. Günümüzde Asi ırmağı o ırmaktır. Aslında kızı kurtaran da Hızır a.s.dır. Halk ona Hıdır Bey adını yakıştırır ve kral kızıyla evlendirir. Yere sapladığı mızrağı da kocaman bir ağaç olur.

Günün birinde Musa Peygamber Tanrı’ya “Evrenin en akıllı adamı kimdir?” diye sorar o da Hıdır Bey’dir diye yanıtlar. Onu nasıl bulacağını sorunca da değneğini yere sapladığında büyür ağaç olur. Torbanda ki ölü balıklar canlanır, gökyüzü açıkken birden yağmur yağarsa bulunduğun yer iki denizi kavuşturuyorsa işte orası Hıdır’ın ülkesidir der.

Musa torbasını tuzlu balıkla doldurup değneğini alıp yola düşer, dağ taş demez dolanır ama bir türlü aradığı ülkeyi bulamaz. Sonunda Samandağ açıklarında bir kayaya varır, yorgunluktan uyuyakalır. Uyanınca yere sapladığı değneğin büyüyüp ağaç olduğunu ve kendisini gölgelendirdiğini görür. Torbasındaki balıklar da canlanmış bir bir denize atlamaktadırlar. Gökte bulut yoktur ama sırıl sıklam ıslanmıştır. Aradığı ülkeyi bulmanın sevinciyle çevresini izlerken yanına bir balıkçı yaklaşır.

-“Hoş geldin ya Musa” der. Musa

-Hoş bulduk ben Hıdır Bey’i arıyorum, onu nasıl bulurum, diye sorar. Adam işine karışmamak soru sormamak kaydıyla onunla Hıdır’ı bulmaya karar verip yola koyulurlar.

Biraz gidince adam kıyıdaki kayıkları delmeye başlar. Musa meraklanıp nedenini sorar ama adam cevap vermez. Bu kez küçük bir çocuğu öldürür. Musa Karşı çıkar ve nedenini öğrenmek ister, ama adam gene yanıtlamaz. Asi ırmağını izleyerek yollarına devam erler. Konakladıkları her yerde bir ziyaret yaparak ilerlerken bir köye varırlar. Balıkçı kolları sıvayıp yıkık bir duvarı onarmaya başlar. Musa dayanamayıp yine nedenini sormaya başlar. Adam dayanamayıp öfkelenir ve cevaplamaya başlar “kayıkları deldim çünkü düşman gelip almasın diye, çocuğu öldürdüm büyüyünce çok kötü bir adam olacaktı halbuki ailesi iyi insanlardı, duvarı yaptım çünkü çocuklar çok yoksul ve yetim insanlardı. Duvar altında bir gömü var büyüyünce bulup alsınlar. Bunları anlatır ve aradığın adam bendim der ve ortadan kaybolur.

Günümüzde bu buluşma yeri ziyaret yeri olarak kullanılmaktadır. Musa ve Hıdır’ın buluştukları yerde günümüzde kutsal sayılmaktadır.

Şehrin Kuruluşuna Dair Efsane

Makendonya kralı Büyük İskender’in ölümünden sonra, O’nun şöhretli generallerinden Antiokos oğlu Selefkos, bir devlet kurmak üzere, bugünkü Hatay iline gelmiş, devletin başkenti için münasip bir yer aramaya başlamıştı. Her taraf güzeldi, bir türlü karar veremeyince İlahların ilahı Zeus’e dua ederek, bir mucizeyle şehrin yerini seçmesini dilemişti. Tam kurbanını kesip, mabede bıraktığı sırada, gökyüzünden bir kartal ağmış, kurbanın bir parçasını kaparak, deniz kenarına bırakmıştı. Kartal tekrar gelmiş, bu sefer de kurbanın geri kalan büyük parçasını pençelerine takmış, havalanarak onu da Silpios dağının eteklerine, Orante yani bugünkü “Asi” nehrinin sol kıyısına götürmüştü. Selefkos, kartalın ilahı Zeus tarafından gönderildiğine hükmederek, önce deniz kenarında bir liman, sonra da asi nehrinin sol kıyısına başkentini yapmaya karar vermiş ve kısa zamanda şehrin inşaatını tamamlatmıştı. Milattan önce 300 yılının 22 Mayısında şehir törenle halka açılmıştı. Selefkos bu yeni şehre, babasının adına izafeten Antiohia demiş, bu ad zamanla Antakya olmuştu.

Bir Başka Efsane;

Peygamberin sevgili halifesi Hz. Ömer, Diyar-ı Rûm denilen ve o zaman hıristiyanların elinde bulunan Anadolu’yu fethetmek, İslamlaştırmak için kol kol ordular salar. Bu ordulardan biri Ebu Übeyde bir Cerrah’ın kumandasında, Antakya üzerine yürür. Düşman güçlü, arazi sarp. İslam orduları, cih’d heyecanı ve şahadet aşkıyla düşmanı izlemekte, kaleler zaptetmektedir. Ebu Übeyde’nin, Habib Neccar adında yiğit bir bayraktarı vardır. Savaşın en kızgın, en çetin anlarında, Habib Neccar, bir elinde sancağı şerif, diğer elinde kılıcıyla ön saflarda kıyasıya vuruşur. Kumandan ne zaman : “Yetiş ya Habib” derse, canını dişine takar, düşman saflarını yararak öne geçer, askere şevk ve heyecan verir. İşte böyle bir gün, Antakya yakınlarındaki Nur dağları üzerinde savaşılmaktadır. Düşman bir tepeyi tutmuş, bırakmaz da bırakmaz. Ebu Übeyde çaresiz kalır, son ümit bayraktarındadır. Savaşın kızgın bir anında, yine: “Yetiş ya Habib!” diye haykırır. Habib : “yallah!” diyerek tepeyi bir anda tırmanır, düşman saflarını yararak sancağı en yüksek zirveye diker. Diker ama üzerine çullanan düşman askerleri bir kılıç darbesiyle başını gövdesinden ayırıverirler. Bu sırada galeyana gelen İslam ordusu tepeye yıldırım gibi iner. Habib Neccar’ın başsız gövdesiyle karşılaşırlar. Geri çekilen düşman, Habib’in başını bir sırığa saplayarak götürür, ibret olsun diye Antakya kalesinin en yüksek burcuna dikerler.

İslam orduları, birkaç gün sonra, Antakya’yı da kuşatırlar. Savaşın kızıştığı bir sırada kale burcundaki Habib’in kesik başından sesler gelmeye başlar:

– Kardeşlerim, yiğitlerim, ben buradayım.

Sağdan hücum edin, sola koşun. Kesik baştan gelen sesleri işiten İslamlar heyecanla ileri atılırlar, düşman askerleriyse paniğe kapılır. Kale birkaç saat içinde zapt edilir, halkı, vergiye bağlanır.

Kumandan Ebu Übeyde, şehit Habib’inin kesik başını defneder, üzerine türbe, yanına da cami yaptırır. Gövdesi Nur dağlarında ayrı bir mezara konur.

İşte Antakya’da, bugün herkesin bildiği Habib Neccar Camiinin efsaneleşmiş destanı.

Camiinin bitişiğindeki Habib Neccar’ın yer altı mezarı bugün ziyaret edilir, okunan Fatiha’lardan sonra bu kahramanlık destanı hafızalarda bir kere daha tazelenir.