Bu günlerde sürekli mazimle yaşıyorum. Maziyi kurcaladıkça da aklıma iz bırakanlar geliyor. Ve o kadar çok ki o iz bırakanlar. Yakında, uzakta. Kimileri yanı başımızda. Kimileri gönül tahtımızda. Kimileri ise mazinin tozlu raflarında. Kurcaladıkça hala taptaze, hala dipdiri ve her an yaşanmakta.
Düşüncelerim beni öyle böyle kırk sene ötesine götürmüştü ve bu memleketten bir Şefik abi gelip geçmişti.
Onu gören; çok yüksek tahsil görmüş biri sanırdı. Kırlaşmış saçları, bıyıksız dudağı ve koltuğunun altından hiç ayırmadığı kahverengi el çantası ona kalantor bir kisve verirdi. Halkın dilindeki adı: “Şefik Beydi.” Küçük bir dairede yalnız yaşardı. Sanırım hiç evlenmemişti.
Gençler arada bir Şefik abiyi kızdırırdılar ama o genellikle sükûnetini bozmazdı. Bazen ileri gittiklerinde de gençlere kızar sonra sakinleşirdi. Bu halinde bile ciddiyeti hiç bozulmazdı. Bir keresinde caddede bir hâkimle tartıştığına şahit olmuştum. Öyle kelimler söylüyordu ki, gören sanki onu hukuk fakültesi mezunu sanırdı. Hatta o zamanlar memleketimizin avukatlarından birisi ona “sen bizden daha iyi hukukçusun Şefik Bey” sözü, o günlerde Şefik Bey için darbımesel olmuştu.
Aslında öğretmen okulu mezunu olup kısa bir süre Anadolu’da öğretmenlik yaptığını da sonradan öğrenmiştim. Daha sonra kader onun yolunu tekrar memlekete çevirmişti. Öğretmen evi ilk yapıldığında da, Şefik Bey öğretmen evinin en kıdemli müdavimlerindendi. Dönemin yöneticilerinden Talat Beyde, eğitim enstitüsü mezunu olduğu için kendisini kabul etmiş, hatta fahri olarak öğretmen evi müdür yardımcısı bile ilan etmiştiler. Emsali olan Musa hoca, Nazir hoca, İlhami hoca ise Şefik Beyin oradaki en samimi arkadaşlarıydı.
Kimseden yardım kabul etmez, kendi elinde bir şeyler satardı. Galiba geçimini de sadece oradan kazandıklarıyla temin ederdi. Bıyıksız halinin ona çok yakıştığını hatırlıyorum. Neşeli olduğu zamanlarda üst dudağını hafif kıvırarak tebessüm etmesi kendisine has bir özelliğiydi. Hele birde sigara içişi vardı ki; ona çok kibar ve asil bir görüntü verirdi. Kapısının önündeki minik bir kediye, küçük bir tasın içinde süt verdiğine rastladığım zaman onun sert ve soğuk görünümünün altında çok müşfik bir kalbinin olduğunu anlamıştım. Şefik abiyi kaybedeli uzun zaman olmuştu ama hatırası silinmemişti hafızalarımızdan.
Hatıralarımda iz bırakanlardan biri de Hasan abiydi. Sanırım kırklı yaşlardaydı. İriyarı, babayiğit bedenine, yaz kış pardösü giyerdi. Beyaz gömleğin üzerinde kravatı hiç eksik olmazdı. Uzun saçları, omuzlarının üzerine dökülür, pırıl pırıl parlardı. Saçları tam kırlaşmamıştı ama siyahı daha fazlaydı. Her halde suyla ıslatıp tarardı saçlarını. Genellikle hep sessizdi. Kimseye zararı dokunmaz, yalnız gezer, bekâr yaşardı.
Onu ilk tanıdığımda, sebebini bilmediğim bir nedenden dolayı gençlere kızıyordu, sonradan öğrendiğime göre gençler ona takılıp kızdırıyorlarmış.
Hatırımda kaldığı kadarıyla Hasan abi gençliğinde İstanbul’daymış. Orada bir kıza sevdalanmış. Bu yüzden de dayak yemiş ve kafasına vurmuşlar. Sonuçta da divane olmuş. Sokaklarda, aç sefil bir vaziyet de gezerken, hayır sahipleri memlekete getirmişler. O günden sonra Deli Hasan olmuştu. Bu halinden dolayı mıydı bilmiyorum ama Hasan abinin yüzünde sürekli bir hüzün hâkimdi. Mesela onun güldüğünü veya tebessüm ettiğini dahi hiç görmemişimdir. Kimleri onu kızdırmak için “Hasaaan” diye bağırır, o ise genellikle arkasına bile dönüp bakmazdı. Bazen de damarına basarlar, o zaman da sinirlenir gibi olur kısık sesiyle bir şeyler söyler, sonra arkasını döner giderdi. İri yarı kalıbına nispet sessiz, sakin bir o kadar da şefkatli ve merhametliydi. Hüzzam makamında ikindi salasına benzerdi Hasan abinin hali.
Genellikle Yıldırım Otelinin kahvesinde oturur, otelde de yatar mıydı pek bilemiyorum ama herhalde otelinde de yatıyordu.
Nehrin kenarında, mütevazı bir oteldi Yıldırım Oteli. Genellikle, yurtsuz yuvasız, yolda kalmış, gariban takımın takıldığı bir mekândı.
Çay ekmek, hazır yemek deyimi sanki onlar için söylenmişti. Genellikle bir kaç tane zeytinle, yarım ekmek, bir su bardağı çay ile günlerini geçirirdi otelin sakinleri.
Yıldırım Oteli; birinci sınıf manzarasına karşın üçüncü sınıf olmasıyla bir tezat oluşturmasının yanında, garibanlara doğanın bir kıyağı gibiydi. Üçüncü sınıf yaylı karyolalar, altmışların modasından kalma konsollar, eski zamanlara götürürdü konaklayanları. Oraya her uğradığımda nedense bana Anayurt Otelini hatırlatır, derince ürperirdim. Birkaç garibanında orada vefat ettiğini hatırlıyorum. Belki de ondandı bu ürpertim. Kısacası kimsesizlerin kimsesi olmuş, onlara yurt yuva olmuştu.
Seksenli yılların ortalarında birden bire kaybolmuştu Hasan abi. Bir daha da göremedim. Muhtemelen ölmüştür.
Abdurrahman amcada aklımıza gelenlerden biriydi. Çok garip bir adamdı. Kısa boyuna nispet, geniş omuzları, üzerine giydiği uzun paltosuyla tam bir tezat oluştururdu. Sigara dumanından sararmış uzunca sakallarıyla, ayağında ki uzun kara lastiklerinin arasında ise sıkı bir uyum vardı. Onu her görüşümde beni hep eskilere götürür, aklıma tarih kitaplarımın sayfalarında gördüğüm; sokak sokak gezen dervişleri hatırlatırdı. Uzun bir elektrik borusundan yapılmış sigara ağızlığını, ağzını kapatan sararmış uzunca bıyıklarının arasından takar, sürekli sigara içerdi. Dünyadan habersiz bir hali vardı. Uzun paltosu, uzun sakalları, uzun bıyığı, bir de elektrik borusundan yapılmış uzun sigara ağızlığıyla etrafına toplananlarla oluşan ortama, komedimi desem, trajedimi desem tam bir sokak tiyatrosuna dönerdi.
Başına toplanan kalabalık, ona türkü söyletirler bunun karşılığında da bir paket sigara alırlardı. Sırtında torbasıyla bir o kaldırıma otur, sigarasını içtikten sonra kalkar diğer kaldırıma oturur, tekrar sigar yakardı. Abdurrahman amcanın sigarası hiç sönmez, sakallarının arasından sızan duman hiç eksik olmazdı. Tekerleme gibi söylediği türküleri aklımda kalmadı ama kısa bir kahkaha atar yerinden kalktığı gibi torbası sırtında karşı kaldırıma oturması bir olurdu. Sonra yak bir sigara daha. Elinde ki paket bittiğinde izmarit toplar, onu gören gençler bu haline acır, bir paket daha alırlardı. Her halde günde beş altı paket sigara içerdi. Divane miydi yoksa divane görünümlü veli miydi bilmiyorum. Pazartesi günleri görünür diğer zamanlar asla göremezdik, sanırım köylerin birinden geliyordu. Ondan da haber eser kalmadı, sanırım yıllar evveline ölmüştür.
Mazi deştikçe, gidenler aklıma geliyor hep. Ne kadar çok giden olmuş, hele de ben buradayım deyip de gidenler. Hele de derine işleyip de hadi hoşça kal diyenler.
Oldum olası hazzetmemişimdir ayrılıklardan, hele de bir görünüp bir kaybolanlardan. İnsanın bir kararda durması lazım.
Ne gezer! Nerden bulalım sonuna kadar sadık olanı. Öyle sanıyorum ki bir kararda duran ancak Cenabı Hak.
Hazzetmediğim bir şey de; yarım yamalak bakışlardır. İnsan baktığı zaman taa gözlerinin içine bakmalı insanın. Derinler de olan gerçek duygulardır. Bir de samimi olmalı insan, yarım yamalak konuşmamalı. Yürekten geldiği gibi konuşmalı. Hatta gözleriyle yüreğinin aynı konuşması lazım. Eskiden adaptandı; konuşurken insanların yüzüne bakarak konuşmak. Hatta gözlerinin içine bakmak.
Birde gözlerdeki esrar. Esrarlı bakışların derinlerinde muhakkak marazlı düşünceler vardır.
Nerden bulalım o samimi insanları.
Ya şimdi; yalan dolandan başka ne var? Galiba boşuna dememişler: “Yârimi yalancı yapmış yaradan.”
Şimdilerde mutluluklar da parayla, onlarında bir bedeli var. Hani bir mısrada diyor ya: “bir yudum mutluluğa bir ömür istediler.” Bazen ömrünü de versen mutlu olmazsın.
“Seni bir ömür boyu yaşayacağım” diyen insanlardan kaç tane çıkar.
Ömür dediğin; bir nefes, bir andır, hatta bir dem. O demi iyi yakalamak lazım. Veya yaşanmış her dem bir hayattır. Yüce Allah her an da, bir an yaratmaktadır. Sevene düşen; her anı onunla yaşayabilmektir. Onsuz geçen her an hayatın dışındadır. Boşa geçen, heba olan andır.
Aslında dünyaya hep aynı pencereden baktık. Evimizin penceresinden baktığımız gibi. Önümüze bakarken arkamızı unuttuk. Arkamıza baktığımızda önümüzü göremez olduk. Hatıralarımızdaki maziyi kurcalarken bazen tatlı bir tebessüm, bazen buruk bir hüzün yaşadık. Gidenler gitti, kalanlar mazi olmayı beklemekte. Kulaklarda kalan hoş bir sedayla avunduk: “Nerde kaldın? Hadi gel.”
İlgili Haberler